04 Kasım 2011

Nhat Genç: BOŞLUKTA KÖR NOKTA

Hızlı kitap okuduğum ilk gençlik yıllarında çamaşır makinesi bozuldu ve tamirciye koştum, bir parçası kırılmıştı ve talep ettiği tamir ücretiyle en az beş altı kitap satın alabilirdim, sağol deyip Tamirci'yi geri gönderdim.

Neymiş kırılmış bozuk parça deyip elime aldım, ben bu parçayı yapabilirim çok kolay dedim ve bildiğiniz silgi’den bıçakla heykel gibi yontarak parçayı yapıp makineye taktım ve tıkır tıkır çalıştırdım.

Birkaç yıl sonra mahallenin tamircisi başka bir tamirat vesilesiyle eve geldiğinde hem onun tamir ücretiyle dalga geçmek hem de dehamı göstermek için tıkır tıkır çalışan makineyi ona gösterdim. Tamirci şaşkınlık içinde parçayı çıkarıp eline aldı.

Ben ‘iftiharla’ nasıl ama? Dedim. Tamirci elindeki uydurma parçadan yüzüme doğru bakışlarını çevirdi ve ‘ağbi sen laz mısın’ dedi. ‘Alay etme’sırası ona gelmişti. Duvarları masaları tıka basa doldurmuş kitaplarıma bir daha göz atıp, ‘ağbi sen okumuş çocuğa benziyorsun, sana iyice anlatmam lazım’.

‘Bu parça bu makinenin işini görür, yıllarca çalıştırmış da. Ancak bu uydurma bir parça. Sen makineyi hiç bilmediğin için uydurma bir parçayı kolaylıkla takabilirsin. Ama ben makinenin diğer parçalarını da bildiğim için bu parça uymaz diyorum. Haa makine senin silginle çalışıyor mu çalışıyor, ama ben tamirciyim, makinedeki parçaların yıpranma sürtünme dayanma güçlerini bilirim, bu yüzden bu saçmalığı ben yapmam, ama sen yapmışsın, ne diyeyim hayırlı olsun…’

Tamirci, dilini bilmediğimiz teknolojiyle sarılı gündelik hayatımız için evrensel bir ders vermişti. Ders şu, makineyi tanımadığım için tanımadığım o şeye uydurma bir parça takarak kafamdaki arızalı makine çalışır hale geliyordu ve makinenin tıkır tıkır çalışmasından çok büyük mutluluk duyuyordum. Oysa tamirci makineyi tanıdığı için bu uydurma parçadan endişe duyuyor hatta saçmalık delilikle suçluyordu beni.

Gerçekten makineyi bir tamirci kadar tanıyor olsaydım o silgiyi oraya takmaya ben de cüret edemezdim. Ama beynimde makinenin işleyişine parçalarına sistemine dair hiçbir bilgi olmadığı için beynim o muazzam boşluğu bir silgiyle onarıp beni rahatlatıyordu.

‘Tanımadığınız nesnelerin boşluğunu beyin bir şekilde tamamlıyor.’ Bu duruma iki yüz yıl var ki ‘alaturka çözüm’ deniliyor. Döneceğiz.

Sanat eserleri üzerine çokca kafa yoracak yıllarım oldu, bir siyasi kapışmadır gidiyor ve modern sanat üzerine hünerlerimi gösterecek zaman bulamıyorum, bir fırsattır, daha en baştan küçük bir giriş yapalım.

Çoğunuz gibi benim de emekleyen çocukluğum büyükçe bir salonu kaplayan Türkistan halısı üzerine geçti. Desenlerini bir çok hikayemde işledim. Ama bordürleri. Yani halıyı çevreleyen yol gibi şeritler? Bakın, halının sınırlarını çevreleyen bu düz şeritlere hemen ‘yol’ benzetmesi yapıverdik.

Gerçekten yol’dur. Bordürü zihnimiz bir desen süsü olarak algılar ancak bu algımız hemen hızla kavramsal bir temaya beynimizde tercüme olur: yol. Gurbet. Evimizden uzaklara gidenler. Hasret. Sıla.

Yani, desenden düşünceye, algıdan kavrama, gözün bir anlık bordüre değmesinden kedere doğru yola düşer bakışımız ve orada donup kalır. Ve gerçekten yollara düşersiniz, baktığınız nesnel halı bordür hiç görünmez hale gelir ortadan yok olur.

Anadolu kilim ve halıları gurbeti her evin içine taşımıştır, gurbet yol hasret, her an gelinlerin annelerin sofra kurduğu, üzerinde çocuklarını oynattığı ayaklarının altında, her daim gözleri önündedir. Nihayetinde gözümüze değen bir desen çizgisidir ama beynimiz desendeki o uzayan çizgileri çoktan yollara vurmuştur.

Türkülerimiz de öyle, işte uzun havalar, adı üstünde uzun uzun hava, söyleyişleri de öyle, uzun uzun, dinleyin gurbete kocalarını gönderen Eğinli kadınların türkülerini, biçimli ciğer yanığı çığlıklar uzadıkça biz dinleyenler o uzayan boşluklarda dalarız.

Nereye dalar gözlerimiz. Uzun havanın uzun boşluklarını beynimiz hasretle gurbetle kederle gidip de gelmeyenle çoktan doldurur.

‘Aslında beynimiz boşluktan korkar ve hızla o boşluğu doldurmak ister.’ Üstelik beyin görme işleminde hızlı ve ekonomik davranır, yani uzun hava başlar başlamaz hemen beynimiz o uzun boşluğun arasına film şeritlerini eklemeye çalışır.. Beynin, boşlukları hızla doldurma becerisini, belki de savunmasız tetikte yaşanan vahşi ilkel çağlarda ani bir refleks olarak geliştirmiş olabilir, bilemeyiz.

Beyin, tanımadığı boşlukları istemli olarak öyle olması işine geldiği hoşuna gittiği için de doldurabilir. Annemden biliyorum, Halk Eğitim Merkezi’ne okuma yazma kurslarına gitti, bir hafta sonra çok arzu ettiği gazete okumayı başarmak için gazetenin ön sayfasına hevesle göz gezdirdi, B harfini gördüğünde Bülent Ecevit, D harfini gördüğünde Demirel diye sallayıp yapıştırıyordu.

Anne, bu B, Boğaz, bu D ise Denizli dediğinizde ‘o kadarını çıkartabiliyorum yavrum’ derdi. Şimdi günlük medyayı okudukça ‘o kadarını çıkartabilen yüzlerce yazarı’ görüp annemi hatırlıyorum.

Beyin bazen de bilmeden arzular ve tariflerle hislerle ön seziyle hedefine yaklaşır, yine annemden bir misal, taksitle halı kilim satın almaya gittik, birbirinden güzel onlarca halı, desenler, renkler, çiçekler, her çeşit, ancak annem önüne halılar serildikçe ‘bunun yolu daha güzel.’ diyor, sonra biraz düşünüp ‘hayır öbürünün yolu daha güzeldi…’ diyor.

Yolu Güzel’i bir Anadolu çocuğu olarak üç-beş yaşında işte öğreniverdik, ne demek ‘yolu güzel’, ‘yolları güzel’… Örgü örerken akşam vakti gözü işte halının bu yollarına takılıp kalacak ve gurbetteki oğulları, beynine, sağanak yağmur karaltısı gibi nemli dumanlı bir hava sökün edecek öfff öff bu yollara bakıp bakıp ağlayacak.

Gözüm yollarda kaldı, cümlesi kaç bin türkünün içinde geçer.

Anadolu halı ve kilimlerine bir daha bakın, yolları uzundur, bordür bir döner, bir daha döner, dört beş bordürü olmayan halıya kilime kimse yüz vermez.

İşte geldik gidiyoruz, önümüze çıkan her D’yi devlet okuduk, E denince Ergenekon deyip üstümüze saldırıp kodeslere tıktılar ve hala hasretle gidip de gelmeyen Anadolu’nun evlatlarının yollarını gözlüyoruz.

Annelerimiz yine şanslıymış, ayaklarının altında gözlerini hayallerini kederini askıya palto takar gibi hayallerini asacak babadan kalma gelinlik halıları vardı, işte bizler, ne gazetelerden ne TV’lerden bir yol bir iz göremiyoruz. Ne keder ne umut, taş gibi ortada kaldık.

Beyindeki Hayaletler Kitabı’ndan daha önce söz ettim, bir diğer başlığı ‘beyin kör noktayı tamamlar’. Eksik gördüğü şeyi tamamlayan bir beynimiz var. Hatta ‘çapraz’ gördüğü şeyi ‘düzleştiren’ bir beyin. Göz ‘boşluğu’ sevmez. Sedirin altında kuyruk gördüğünüzde onu hemen gerçek bir kedi görmüşsünüz gibi tamamlar. Çoğu hayal der sanrı der, değil, illuzyon denilen şey, kanepenin altında bir iplik parçasını bir fare gibi tamamlayıp gören bir beyin.

Sıradan dediğimiz cahil insanlar için hayat ne kadar kolay deriz bazen, beyin boş olunca, yakıştırması uydurması benzetmesi de maalesef bol oluyor. Diyelim gazete manşetinde Türk Ordusu Kendi Askerlerini Öldürdü başlığını görünce önce kafası almıyor, ama akşam üstü TV’yi açtığında bir ‘heron’ görüntüsü dahi o bütün boşluğa ikna olması için yetebiliyor.

Heron’u havada görünce, ‘evet, öldürmüş yahu’ diyebiliyor, Heron nedir, havada sessizce uçan bir hayalet uçak, Ordunun kendi askerini öldürmesiyle ne alakası var, yok tabii, sadece bir görüntü, olsun, Heron’u görünce bütün boşlukları doluyor…

Ülkemizde ‘ekonomi’ yüzlerce defa battı ama gören yok, işte sosyal eşitsizlik yoksulluk, PKK ve cemaat terörü olarak geri dönüp Türkiye’yi işgal etti, aynı yoksulluk, boş beyinli milyonlarca cahili bir saçma cümleyle ikna eder hale geldi.

Hadi sıradan insanları geçelim, okumuş yazmış hatta köşe yazarı hatta bilim adamı yüzlercesine ne diyeceksiniz, evet yüzlerce, işte mesela sadece bu yazıma örnek olsun diye bir tanesini geçenlerde okudum, adı Cemi Koçak, Star Gazetesi’nde yazıyor.

Bir ‘Ergenekon Destanı’ döşemiş afallarsınız, bu adam profesör, başlığı Ergenekon koyunca, nerdeyse tüm Türk Tarihi’ni hesaba çekiyor, yazısında bir Deli İbrahim bir de Kösem Sultan yok.

Ergenekon yazısına başlık olarak ‘Derin Devlet’ koymuş olsaydı kimsenin bizim de itirazımız olmazdı, çünkü devletin derininde ihtilaller hak hukuk tanımayanlar gırla gidiyor, en basiti Susurluk ortada. Ama ‘Ergenekon’ başka bir şey, adı var, iddianamesi var, suçlamaları var, mesela diyor ki Uğur Mumcu’yu öldüren aslında İlhan Selçuk’tur, buna benzer nice iddia.

Profesörümüz E harfini görünce Ergenekon Destanı döşüyor, oysa yapılacak tek hayırlı şey, şu anda elinde belgesi olmayan savcılara yardımcı olup, belge göstermesi, delil göstermesi. Modern bilim modern insan modern hukuk ‘delil’ ister. Yüzlerce insan içerde mağdur. Tekrar ediyorum, Profesörümüz aynı yazının başlığını Derin Devlet koysun, kimsenin itirazı olmaz, ama Ergenekon deyince, bir çete bir örgüt, suçlanan yüzlerce insan var, o halde delili belgesi olmalı.

İnsanlar içerde konuşamıyor kendini savunamıyor, yani bir ‘kör boşluk’oluşmuş, bu kör boşluğu da işte adının başına profesör diyenlerin saçma rezaletleri dolduruyor.

Aynı şey Oda TV’de başımıza geldi, ODA TV basıldı ve çalışan yönetici herkes içeri alındı, yani ortada ODA TV diye bir şey kalmadı, bir çalışan bir yönetici yok. Kim cevap verecek, ODA TV’nin kapısını kim açacak kimse kalmadı.

İşte bu kör boşlukta bütün medya çullandı, iftiraların bini bir para. Karanlık Oda olduk, tertipçi düzenci Ergenekoncu suikastçı gizli örgüt olduk. Manşet üstüne manşet, ‘o oraya onu gönderdi’ diye tekrar tekrar. Ertesi gün ipe sapa gelmez bu polis tuzağı, büyük ip uçları yakalamış gibi yüzlerce köşe yazarı gülerek alay ederek haah hahhh gördünüz mü çığlıkları atarak başladılar manşetleri döşemeye.

O dört karanlık gün, binlerce iftira manşeti binlerce iftira yazısı döşendi.
Kör boşluğu yakalamışlar, nasılsa cevap veren yok, nasılsa çalışan konuşan tek kişi yok, çullanan çullanana. En çok tepinenler de en cahilleri çıktı.

Hikayenin sonrasını biliyorsunuz, içeri alınan arkadaşlar üç dört ay sonra nihayet kendilerine geldiler ve mektuplarla suçlamalara tek tek cevap verdiler. Arkadaşlarımızın bu açıklamalarıyla nihayet kamuoyu asıl tertibin açık seçik cemaat olduğunu öğreniverdi.

Geçelim bunları. Bir yazar olarak beni düşündüren, yüzlerce yazarın bu kör boşluk karşısında tavrı oldu. Bu kadar saçmalığı nasıl neden kustular.

Beyinleri çok mu boştu, yoksa o beyinler daha önce yıkanarak boşaltılmış ve içine saçma iddialarla kasıtlı olarak mı doldurulmuştu.

Her neyse, yazımızın konusu, bir yazarın kör boşluk karşısındaki tavrını anlatmak. Cemaat gazeteleri E diye başlık atınca yüzlerce insanı içeri tıkmak bu kadar kolay mı olmalıydı.

Bilim adamı yazar akademisyen, sıradan insandan annelerimizden çok farklıdır, onlar, o kör boşluğu uydurarak değil sahiden hakikatle doldurmak için maaş alıyorlar.

Unutmadan söyleyelim, kör boşluğu dolduran zeka değildir, beyin rahatlamak için böyle bir sistem geliştirmiş, kör topal saçma sapan dahi olsa açıklayınca rahatlatıyor insanı.

Yüzlerce bilim adamı cemaat gazetesi E deyince bir anda rahatladı.

Beyinleri rahat etti.

Keyifleri yerine geldi.

Bu toprağın suyunu içmiş maaşını almış binlerce yazara, cemaat polisleri plastik bir fare kuyruğu gösterince, hepsi bir anda beyninde tarihin bu en büyük iddianamesi harf harf doldurmaya başladılar, caniler, demokrasi düşmanları, örgütçüler, ırkçılar. artık ne gelirse ağızlarına.

Bu cümle benim değil görme işleviyle uğraşan bilim adamlarının: ‘Beynin yaratıcılığının sınırı yoktur.’

Ve bu hikayeler şaka karikatür değil bilimsel gerçektir, göz doktoruna gelen hasta, doktorun kucağında bir maymunun oturduğunu söyler. Buna benzer daha nice şey gördüğünü söyler.

Hayal değildir sanı değildir uydurma değildir ama göz doktorunun kucağında da asla maymun yoktur.

Peki olup biten nedir, hastanın görme işlemini yapan sinirlerden biri hasarlı, diğer taraf o boşluğu doldurmak için baskı yapıyor, artık yılan mı dersin maymun mu dersin kurbağa mı dersin bir görüntüyle dolduruyor işte.

Gençken seyrettiğimiz Fareyi Öldürmek piyesi (İrfan Şahin’in mi) tam da bunu anlatır, sevmediği işi yapan bir memur, üstelik sıkıcı bir gündem, üstelik gelişmemiş bir siyasi bilinci vardır, bir zaman sonra mesai arkadaşlarını fare gibi görmeye başlar.

Boş ve daralmış ve kendi sorununu çözememiş her beyin her şeyi görür uydurur.

Ve en trajik sahneleri, bu kör boşluğun potasına gözleri kapalı atış yapan yüzlerce yazarın makalesinde yaşadık.

İlk gençlik yıllarından beri ezberledikleri üç beş cümle, demokrasi, özgürlük, vs’yle her siyasi sosyal olaya aynı kelimelerle atış yaptılar.

Potaya atış yapan eğitilmiş basketçiler gibi oldular, aynı basketçilerin gözlerini kapattığınızda da aynı potaya şaşmaz şekilde topu geçirdiklerini Engin Ardıç, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar vs. örneklerinden çok iyi biliyoruz.

Ama birileri potayı taşırsa, yani sizin gözünüz kapalıyken potanın yerini değiştirirse?

Siz 68 yıllarından kalma aynı üç beş ağza pelesenk laflarla Özallar Tansular döneminde çok atış yaptınız çok, geçirdiniz geçirmediniz kimse bilmiyor ama alkışlandınız ödüllendiniz.

Hala gözleriniz kapalı bu cemaat bu Amerikan potasına atış yapıyorsunuz, oysa 70’ler çoktan değişti, 80’ler değişti, 90’lar değişti, potanın yeri çoktan değişti.

Bakın çok yakın bir örnek, Tayyip Erdoğan’la Beşar Esad kardeş kardeş hatta gözü kapalı sevişirken Amerikan potayı başka yere taşıdı ve şimdi ajanvari Suriye’yle nükleer tehdit ihtimallerini dahi bize konuşturuyorlar.

Biz artık bu yaratıklara ‘insan mı değil mi’ diye sormuyoruz. Çünkü ahlak yoksa insan olunamaz… Bir şeyi eksik görebiliriz, çapraşık tuzaklı görebiliriz, yani beynimiz gözümüz pekala aldanabilir, hatta bir hastalık sonucu yamuk saçma hayaller sanrılar görebiliriz, peki bu durumda insan olmaktan çıkar mıyız?

Asla.

Doktor hastasına ‘peki kucağımda maymun olduğunu gördüğün halde niçin senin kucağında bir maymun var diye iddia etmiyorsun’ der.

Hasta: ‘içimden bir ses diyor ki, bu adam koskoca bir bilim adamı, işi gücü yok da kucağına bir maymunu niye alsın’ diyorum, yani, ‘sizin kucağınıza bir maymun yakıştıramıyorum’ der.

Ajanlı tertipli cemaat ve Amerikan oyunlarını birbirimize çoktandır yakıştırır olduk.

Bu yazıyı kaleme alışımın birinci sebebi işte bu, son KCK tutuklamaları, bir çok bilim adamı ve yazarı içeri aldılar, KCK’nın ne olduğunu az buçuk bilsek de ‘az buçukla’ olmaz bu işler, bilim adamı ve yazarlara şiddeti terör örgütünü asla yakıştıramayız. Bizlerin görevi kör boşlukları sahici delillerle doldurabilmeyi başarmaktır.

İkinci sebebi, kendimle ilgili. Yazarlığa başladığım günden beri kendimi bir 19. yüzyıl yazarı gibi gördüm. Etkisi çok güçlü hayal kuranların kelimeler ülkesinde yaşadım.

Kelimelerimin coşkusunda bir ömür yuvarlanıp karıncalanmış esrik beynim bütün boşluklarımı kapatsın istedim.

Çoğu yazardan çok daha iddialı cümleler kurdum, kelimelerim gerçekten daha gerçek ve nabzı duyulacak kadar canlı olsun, istedim.

Kitaplarımın ülkemin sert trajedisinin beynime çarpmasıyla oluştuğuna inandım. Kelimelerin akıntısıyla uçurumlara sürüklenmekten asla korkmadım.

Sonuç, kahvede arkadaşlar arası bir laflamayı dahi korkudan yapamaz hale geldik. Kahvede ilk gençlik yıllarından beri yaptığımız küfürlü konuşmalarımızın haysiyetini dahi çoktan aramaya başladık.

Gün itibariyle skor:

Kör boşluklarını sosyal ve siyasi eşitliklerin estetize edilmiş hayalleriyle dolduranlar: 0.

Kör boşlukları, polis cemaat Amerikan yalanlarıyla dolduran beyinsizler: 10.

Nihat Genç

15 Ağustos 2011

Dogonlar’ın Gizemi Neydi?

Orion yıldız kuşağının hemen yanında bulunan ve Köpek Yıldızı olarak da bilinen Sirius yıldızı ve onun çevresinde döndüğüne inanılan yıldız ve gezegenler, Dogon mitolojisinin temelini oluşturmaktadır. Dogonlar, Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu, Sirius’un yanında çıplak gözle görülmeyen küçük, yoğun ve sönük bir yıldızın daha bulunduğunu ve bu yıldızın tam konumunu biliyorlardı. Potolo olarak adlandırdıkları bu yıldızın, dünyada bilinen tüm maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğuna ve Sirius’un çevresini 50 yılda döndüğüne inanmaktaydılar. Oysaki batılı gök bilimciler 19. yüzyılın ortalarına kadar Dogonlar’ın bahsettiği bu soluk yıldızın varlığından bile habersizdiler.